BERNARD LEWIS - NOTAS DE "LOS ÁRABES EN LA HISTORIA DE LA CIVILIZACIÓN"

 El término árabe aún se utiliza coloquialmente en Egipto e Irak para distinguir a los beduinos de los desiertos circundantes de los campesinos nativos de los grandes valles fluviales.

BERNARD LEWIS – "UYGARLIK TARİHİNDE ARAPLAR" DAN NOTLAR

 Arap terimi Mısır ve Irak’ta, civar çöllerin bedevisini büyük nehir vadilerinin yerli köylülerinden ayırt etmek için halk dilinde bugün bile kullanılır.



Bedevileri, Arapça konuşan şehirli ve köylülerden ayırt etmek için, bizzat Arapların bu kelimeyi çok eski zamanlardan beri kullanmış olmaları ihtimali ve bugün bile kullanmaları göçebelikle ilgiyi teyit eder.

Muhammed ve çağdaşları için, Araplar çöl bedevileriydi. Kuranda bu terim, yalnızca bu anlamda kullanılmış olup Mekke ve Medine ve diğer şehir halkları için kesinlikle kullanılmaz.

Haçlılar devri batı vakayinamelerinin birçoğunda bu kelime yalnız bedeviler için kullanılıp, yakın doğunun Müslüman halk kitlesine “Sarazen” denilir. 16. Yüzyıl Arap tarihçisi İbn Haldun da Arap kelimesini bu anlamda sık sık kullanır.

Özet olarak, Arap terimi ilk kez M.Ö. 9. Yüzyılda ortaya çıkar ve Kuzey Arabistan çölündeki bedevileri tarif için kullanılır.

Şurada burada yerleşik göçebeler, biraz daha ileri toplum düzeyinde şehirler kurdular. Bunların en önemlisi Hicaz’daki Mekke’dir şehirde her klanın hala kendi meclisi ve putu vardı ancak şehri oluşturan klanların birliği, ortak bir simgeyi içeren bir merkezi kutsal bir yerde putların toplanmasıyla ifade olunmuştu. Kâbe adıyla tanınan dört köşe bina, Mekke’de bu birliğin simgesiydi.

Hadislerin toplanıp kaydedilmesi peygamberin vefatından iki ya da üç nesil sonra gerçekleşmiştir. Yüz yılı aşan bu süre içinde hadislerin değiştirilmesi için hem olanaklar hem de nedenler arttı.

Kuranda Tevrat hikâyelerinin anlatılış tarzı Muhammed’in Tevrat bilgisini vasıtalı olarak, muhtemelen Mithra dini ve sahte Hıristiyan yazarların etkisinde kalmış Yahudi ve Hristiyan tacir ve gezginlerinden elde ettiğini akla getirir.

Başlıca ziraat ve zanaatkârlıkla meşgul olan Yahudiler, ekonomi ve kültür bakımından Araplara göre üstündüler ve bundan ötürü sevilmiyorlardı.

Medineliler Muhammed’i Allah’ın resulü olmaktan çok, kendilerine hakem olarak hizmet edecek ve aralarındaki iç anlaşmazlıkları çözebilecek güce sahip bir adam diye davet etmişlerdi.

Muhammed, Yahudilerden dostça bir karşılama bekliyordu; tek tanrılı bir dine inanmaları nedeniyle, Yahudilerin İslamiyet’i oldukça büyük bir sempati ve anlayışla kabul edeceklerini düşünüyordu. Onları teskin etmek amacıyla, Kippur orucu ve Kudüs yönünde namaza durmak gibi birkaç Yahudi âdetini benimsedi. … Onların desteğini alamayacağını anlayınca bu âdetlerden vazgeçerek kıbleyi Kudüs’ten Mekke’ye çevirdi.

Siyasi egemenlik kavramının yabancısı olan Araplar, ancak dinin yardımıyla bir devlet kurabilirlerdi.

Allah’ın resulünün müminleri tüccar kervanları üzerine gazaya yönlendirmesi, Avrupalı yazarların eleştirilerine neden olmuştur. Ancak, o dönemin koşulları ve Arapların ahlak anlayışına göre, kervan baskınları doğal ve meşru bir işti.

Medine’de gelen ayetler Mekke’dekilerden farklıdır; devlet yönetimi, ganimet dağıtımı vb konularla ilgilidir.

Muhammed’in ölümü, genç İslam cemaatini idari bir bunalımın içine atmıştı. Bunalım Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde’nin kararlı tutum ve hareketleriyle atlatıldı. Bu üçü bir çeşit hükümet darbesi ile Ebu Bekir’i peygamberin tek halefi olarak İslam cemaatine kabul ettirdiler.

Ömer zamanında, Müslümanlara konulan küçük bir dini vergi bir tarafa bırakılırsa, bütün vergiler cizye ve haraç dâhil imparatorluğun tebaası olan gayrimüslim halka yüklenmişti.

İslam’ın Arap milliyetçiliğiyle özdeşleştirilmesi bizzat Arapların yeni müminlere karşı davranışlarında açıkça görülür. Arap olmayanların Müslüman olmaları fikri o kadar beklenmeyen bir şeydi ki, mühtediler, Arap kabilelerinden birinin Mevla’sı olmakla ancak mümin olmuş kabul ediliyorlardı. Kuramda mevali Araplar ile eşit haklara sahip ve bazı vergilerden muaftı, ancak uygulamada Araplar onlara karşı üstün ve küçümser bir tavır takınıyorlar ve onları uzun süre İslam’ın maddi çıkarlarından uzak tutuyorlardı.

Halife Ömer 4 Kasım 644 günü bir köle tarafından öldürüldükten sonra yerine Osman B. Affan halife olarak seçildi. Osman, Arapların gözünde korkunç bir kusur olan iktidarsızlığı ve korkaklığı ile tanınıyordu.

Osman’ın halife oluşu, Mekke’nin oligarşik sınıfının bir başarısı olarak görülür. … Osman’ın idari zaafı ve akrabalarını kayırması sınırlardaki askerler arasında huzursuzluk çıkardı.

Osman’ın yaşamına yönelik gizli eylemlerin elebaşları arasında Mekkeli Talha ve Zübeyr, Mısır valiliğinden alınan Amr ve Muhammed’in dul eşi Ayşe bulunuyordu.

17 Haziran 656 günü Osman öldürüldü yerine Ali, halife olarak kabul edildi. Ali, 656 yılı Ekim ayında ordusunun başında Ayşe, Talha ve Zübeyr’in ordusuyla savaştı. Tarihte ilk defa Müslüman bir ordu, bizzat halife tarafından başka bir Müslüman ordunun üzerine yürütülmüş ve savaşmış oldu.

Ocak 661’de Ali, İbn Mülcem adından bir harici tarafından öldürüldü. Oğlu Hasan mücadeleyi terk etti ve bütün haklarını Muaviye’ye devretti.

Yönetim tarzı çöl unsuruna bağlı olan istilacı bir kavmin şefleri olan Emeviler, saraylarını kendilerini güvende hissettikleri çöl sınırında yapıyorlardı.

Bizans tarihçisi Theophanes, Muaviye’yi kral ya da imparator olarak değil, bir protosymboulos (birinci konsül) olarak belirtir.

Muaviye zamanında Emevi hilafeti, Arapçılık niteliğinden daha çok Sasani ve Bizans’ın halefi olarak kendini göstermiş ve onların idari teşkilat ve memurlarını değiştirmeden sürdürmüştür. Bizzat Muaviye, Suriyeli bir Hristiyan kâtip kullanıyordu.

Arap olmayıp da İslamiyeti kabul edenler ve dil ya da menşe bakımından Arap olup da herhangi bir nedenle hâkim sınıfa mensubiyetini yitirmiş ya da bu hakkı elde edememiş olanlar Mevâliyi (tekili Mevlâ) oluşturur. Kuramsal olarak bunlar Araplarla eşit haklara sahip olmalarına karşın sosyal ve ekonomik alanlarda aslında böyle bir eşitlik yoktu. Hatta bir Arap kızla bir mevlânın evlenmesi çok garip karşılanıyordu.

Şiilik, Sünni öğretiyi benimseyen devlete ve yerleşik düzene karşı dini terimde ifadesini bulan bir muhalefet olmuştur.

İslam imparatorluğunun ekonomisi başlangıçtan itibaren iki paraya dayanıyordu: İran parası olan gümüş dirhem doğu eyaletlerinde, Bizans parası olan aldın dinar (denarus) batı eyaletlerinde kullanılıyordu.

İmparatorluğun Müslüman olmayan halkı Zımmiler, ikinci sınıf vatandaştı; daha yüksek vergi ödüyor ve bazı sosyal haklardan da mahrum edilmişlerdi. Zaman zaman da açık haksızlıkların kurbanı oluyorlardı.

945 yılında, batı İran’da bağımsızlığını kazanmış olan İranlı Büveyhiler Bağdad’ı işgal ettiler ve halifenin otoritesinin son izlerini de silip süpürdüler. Bu tarihten itibaren halifelerin kaderi genellikle İranlı ve Türklerden oluşan ve maiyetlerindeki birlikler sayesinde hüküm süren saray nazırlarının elinde kaldı.

İlk halifeler, deniz yoluyla yapılacak akınlar hakkında tereddütlüydüler. Halife Ömer, komutanlarına deve ile varamayacakları yerlere gitmelerini yasaklamıştır. Halife

Osman, 649 yılında Muaviye’nin Kıbrıs’a karşı sefer yapmasına istemeye istemeye izin vermiştir.

Halife Hişam döneminde (976-1009) “slavlar” tabiri Doğu Avrupa kökenli köleler için kullanılıyordu; daha sonraları Endülüs Emevilerinin hizmetinde bulunan Avrupalı bütün köleler için kullanılır oldu.

Arap medeniyeti, çölden çıkan istilacı Araplar tarafından hazır olarak getirilmemiştir; fetihlerden sonra Arap, İranlı, Mısırlı ve diğer birçok halkların katılmasıyla ortaya çıkmıştır. İslami damga taşımasına karşın yaratıcıları arasında birçok Hristiyan, Yahudi ve Zerdüştiler de bulunmaktadır.

Bir Kıpçak Türkü olan Baybars, Suriye ve Mısır’ı bir devlet olarak birleştirdi.

Napolyon 19. Yüzyıl başında Mısır’ı işgal ettiği zaman yüksek mevkilere Arapça konuşan Mısırlıları tayin etmeye uğraştı ancak başarısız oldu. Sonunda kendilerine itaat ettirmesini bilen Türklere başvurmak zorunda kaldı.

Osmanlılar döneminde çoğu Türk valisi olan hırslı kimseler fırsat buldukça bağımsızlık hareketlerini başlatıyorlardı.

Yorumlar